21 Ağustos 2009 Cuma

Sabah Gazetesi Kültür-Sanat Sayfası içinde 19 Ağustos 2009 tarihinde Dün Sanki Bin Yıllık Uzak Bir Zamandır kitabımızla ilgili olarak yayınlanan yazı

Çocuğu sütten kes!

19 Ağustos 2009

Sina Kabaağaç, babası Cevat Şakir'in bilinmeyen yönlerini Dün, Sanki Bin Yıllık Uzak Bir Zamandır'da anlatıyor. Halikarnas Balıkçısı, mahkemede yargılanırken bile çocuğunun sütten kesilmesi gereken zamanı hatırlayan biriymiş.

"... çünkü ressam elini babanın kanına bulamıştın ve bu kan bütün inadına, bütün yeteneğine ve isteğine karşın ancak birkaç uyduruk resim yapmana izin veriyordu." Cevat Şakir Kabaağaçlı ya da yazarlık adıyla Halikarnas Balıkçısı'nın oğlu Sina Kabaağaç'ın anılarında, Balıkçı'nın geçmişindeki karanlık ve efsaneye bulanmış olay (baba katilliği) hakkında sadece bu cümleyi bulabiliyoruz. Rahmetli Sina Kabaağaç'ın anılarının çıktığını duyduğumda üç şey bulmayı ummuştum orada, kötü bir okur olarak: Cinayetle ilgili daha ayrıntılı ve daha 'içeriden' bilgi; Sina'nın Büyükada ve İstanbul Üniversitesi yıllarından yakın dostu, son dönemde de bir süre ev arkadaşı olan Selahattin Hilav'a dair kayıtlar ve 1940'ların sonundan itibaren S. Eyüboğlu ve Azra Erhat gibi şahsiyetlerin katılımıyla Balıkçı'nın çevresinde oluşan Mavi Anadolu grubuyla ilgili gözlemler (beni daha çok Mavi Yolculuk kısmı çekiyordu). Birincisiyle ilgili (en dolaysızı yukarıya aldığım cümle olan) birkaç değinme vardı sadece; ikincisi ve üçüncüsüyse hiç yoktu. Ama kitap daha güzel başka ödüllerle telafi etti bu eksikliği. Cevat Şakir'in bir yazı nedeniyle Ankara İstiklal Mahkemesi'nce 1925'te sürgün edildiği ve Sina'nın da çocukluğunun büyük kısmını geçirdiği eski Bodrum'a dair gözlemler (bu herkesi ilgilendirmeyebilir, ilgilenenlerse Kabaağaç'ın anılarını babasının Mavi Sürgün'üyle birlikte okumalı). İkincisi ve daha önemlisi, Cevat Şakir'in Halikarnas Balkıçısı olmadan önceki haliyle, Balıkçı'nın 'mit-öncesiyle' ilgili kayıtlar. Üçüncüsü ve belki en önemlisi, güçlü bir babanın gölgesi altında geçen sıkıntılı bir çocukluğun içinden Sina'nın kendi bireyleşmesinin hikâyesi. Sınır tanımaz ve hedefine mıhlanmış bir istek olarak anlatıyor babasını Kabaağaçlı. Balıkçı kendisinden 15 yaş küçük dayı kızıyla ikinci evliliğini yaptığında 34 yaşındadır, ardında Oxford'da klasik diller öğrenimi, bir cinayet ve bir mahkûmiyet vardır. Babası kumandan Şakir Paşa, amcası da Osmanlı devletinin son sadrazamlarındandır. Annesinin daha mütevazı ailesiyse Girit göçmeni. Sina'nın iki halası Fahrünnisa Zeid ve Aliye Berger henüz ne ressamdırlar, ne de ünlü. Ama anlaşılan, cinayetten sonra ağabeyleriyle görüşmeyi reddetmişlerdir: Kitapta onlara dair de pek kayıt yok, Sina'nın anne tarafını küçümsedikleri dışında. Sina doğduğunda Cevat Şakir, Sertel çiftinin Resimli Ay dergisine yazı ve resim vererek geçindirmektedir ailesini. İstiklal Mahkemesi'nce Zekeriya Sertel'le birlikte kalebentliğe mahkûm edilirler, o Bodrum'a, Sertel Sinop'a (tabii eskisi gibi kalede değil, polis gözetiminde kiralık evlerde kalacaklardır). Karar çıktığında Sina'nın annesi, eskiden onları yalnız bırakmayan Sedat Simavi gibi dostların birer birer uzaklaştığını görür. Hamdiye Hanım korku içindedir, mahkemeden idam kararı bile çıkabilicektir. Henüz karar çıkmamışken Cevat Şakir'den karısına üç kelimelik bir telgraf gelir: "Çocuğu sütten kes." Genç kadın şaşırır, tarih doktorun verdiği programa uymaktadır, demek kocası o telaş içinde yine de unutmamıştır! Bu odaklanmayı Sina'dan okuyalım: "Adamın yapısı, hangi durumda olursa olsun, dinmez dinlemez bir coşku ve tutkuyla arzuladığı şeyi derhal gerçekleştirmekti... Hiçbir ödün vermeyerek, ne pahasına olursa olsun." Hükümden sonra bir telgraf daha gelir, Bodrum'dan ve yine üç kelimelik: "Sat, hemen gel." Hamdiye: "Aman yarabbi! Telgraf çekeceğine parasını gönderseydi, bizim yol paramız çıkardı!" Sina'nın yorumu: "Bizi özleyişle başlayan süreçte, bence artık özleyişi bile gölgede kalmıştı." Giderler, Hamdiye Bodrum'da başöğretmen olur ve birkaç yıl sonra da aile parçalanır. Sina'nın annesi bir süreliğine Milas'a gitmiştir, oradayken kocasının Bodrumlu bir başka kadınla evlendiğini öğrenir. Ama onu asıl yıkan Cevat Şakir'in çıkardığı dedikodudur: "Zaten beni aldatıyordu..." Hamdiye Hanım bir başka öğretmenle evlenir ve Sina'yı da alarak İstanbul'a döner. Sina zamanla üvey anne ve kardeşlerini sevecek, sık sık Bodrum'a dönecektir. Cinayetle ilgili ikinci bir değinmeyle bu bahiste karşılaşıyoruz: "... Agnese'yle ilgili çıkarttığı ya da hafifini söyleyelim çıkmasına izin verdiği söylentinin İtalyan kadınını çileden çıkardığı anlaşılıyor." Demek Cevat Şakir ilk eşiyle ilgili de böyle bir temelsiz iddiada bulunmuş ve bu da baba katilliğinin gerekçesi olmuştur. Sonra Sina'nın Bodrum'da babasıyla karşılaşmaktan utandığı bir dönem var, Cevat Şakir'in 'meczupluk' dönemi (anılarda, 'kynik felsefe' dönemi olarak geçiyor, Cevat Şakir'in Diyojen'e ve Neyzen Tevfik'e özendiği bu yıllar). Babası yalın ayak Bodrum sokaklarında gübre toplamaktadır. Sonra onun hızlı çöküşüne tanık olur: "Bireyciliğinin yabanıl, dizgin tanımaz atı, hız delisi küheylan, ölmekteydi ruhunda." Bu ruhsal ölümden sonra gelecektir Cevat Şakir'in Halikarnas Balıkçısı olarak ikinci doğumu. "Tam yedi yıl sonra İstanbul'da karşılaştık. Hep beklediğim, ama umudunu artık yitirdiğim büyük bir kıvançla, 'Baba, sen gençleşmişsin!' diye bağırdım." Balıkçı kendi mitini yaratırken, bu ikinci doğumu bir 20 yıl geriye, jandarma eşliğinde Bodrum'a gelip bir ev bulduğu günlere kaydırır. Mavi Sürgün'den: "Ben avluya girdim, sokak kapısını kapadım. Avludan denize açılan kapıyı açtım. Hey! Açılan kapı birdenbire gözlerime ve gönlüme açık denizleri, kıyı ve adaları verdi... Çocukluktan beri ilk defa çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak kapıya diz üstü düştüm... İçimde hayranlık! Gönül açıklığı! Şükran!... Diz üstü düşmek bir çeşit fırlamak, havalanmaktır. Babıali yokuşunun boyunduruğuna vurulmuş olan Cevat, boş bir kalıp olarak yerde yığılmış dururken, onun ortasında -içinde sanki bir milyar kuş sevinçle cıvıldaşarak- Halikarnas Balıkçısı irkilip, dikilmeğe koyuluyordu. Yerde bir kalıp kalıyordu. Onun içinden başka bir insan kalkıyordu." Edip Cansever'in de en güzel şiirinin (Bir Yitişten Sonra) kaynağıdır bu diriliş sahnesi. Ya Sina? O nasıl kavramıştır kendi varlığını ilk? Yine Bodrum'da, henüz çok küçükken: "Sanki kendimi dışarıdan seyrediyormuşum gibi anımsadım bu ilk anımı sonraları. Uzun bacaklı bir çocuk sandalyesinde oturuyordum. Küçük bir rıhtımdaydım. İskemlemde irkilerek put gibi kalakalmıştım yarı gerçek yarı düşsel o şeyin görüntüsü karşısında. Kulaklarımdaki uğultu dışında çık çıkmıyordu ortalıkta. Sessizlik, süt beyaza bir parça mavinin katılımıydı. Neden sonra sakin sakin sallanan suları gördüm. Cıva gibi oynak parlak yüzeylerinde (Bodrum'un) şiddetli öğle güneşi geniş geniş yansıyordu. Demek bu yansımalardı gözlerimdeki karanlığı ilkin yırtıp açan. (Bodrum'un) kendi halinde ve sakin öğleüstünde, bu aralıktan, böyle girdim dünyaya." Bunu okuyabilseydi, 'işte üçüncü doğumum!' der miydi Balıkçı acaba?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder