24 Ağustos 2010 Salı

Yeni Bir Diziye Başlarken - İletişim ve Kültür Dizisi

"İletişim ve Kültür Dizisi" Yörüyor

Savaş Arslan*

TB Yayıncılık olarak yeni başladığımız İletişim ve Kültür Dizisinin birinci kitabıyla karşınızdayız. “İletişim” ve “Kültür,” çok alışık olduğumuz ama üzerlerine düşündüğümüzde ise nereye koyacağımızı tam olarak bilemediğimiz iki sözcük, iki kavram. Raymond Williams kültür hakkında “Kaç kere bu lanet sözcüğü hiç duymasaydım diye dilediğimi bilmiyorum,” demiş. Aslında biz bunu “iletişim” sözcüğü için de söyleyebiliriz. Her iki sözcük de bizi birçok farklı dünyalara taşıyıp, birbirinden farklı rotalara sürükleyebilir. Dolayısıyla iki sözcük de engin, geniş bir coğrafyaya işaret ediyor. Ancak bu coğrafyanın haritasını çıkartmaya çalıştığımızda, pusulamızın yönünün şaşmaması işten bile değil. İşte böyle iki kavramı bir araya getiren bu dizinin çıkış noktası aslında bu zorluk, karmaşıklık ve çok anlamlılık dünyasında yürüme isteği.

İletişim: Ortak olan, paylaşılan bir görev ya da armağan. Latince kökünden (communico,-are) gelen bu anlamlarıyla İngilizce’de communication, Türkçe’de ise dokunmak, değmek ya da bağlayıp birleştirmek gibi anlamlarıyla insanların gerçekleştirdiği, gerçekleştirmek için de bir tür dile ihtiyaç duydukları bir edim. Bir bağ ya da ilişkinin bir ortaklık süreci içinde gerçekleştirilmesi eylemi. Dolayısıyla da, karşılıklı olup hem yaratılan hem de yönetilen bir süreç. Karşılıklı ve ortak olmasının bir sonucu olarak da, toplumsallığı ya da mekansallığı imleyen bir etkinlik. Sözcüğün kökenindeki “il” ya da “el” sözcüklerinin ikisi de mekansallıktan geçerken, aynı zamanda da araçsallığı, dokunma ya da bağlantı kurmayı sağlayan bir aracıyı (“el”) imliyor. İletişim için dokunabilmek bir ön koşul, bunun için de, elimizi ya da başka bir aracı kullanmak da gerekli. İşte bu dizide elinizde tuttuğunuz kitaplar tam da iletişimin doğasında olan bu ihtiyaçlara seslenmeyi amaçlıyor.

Kültür: İnsanların ürettiği, yani doğal ya da verili olmayıp insan eli değmiş her şeyi içerebilecek bir geniş coğrafya. Ancak daha dar bir anlamıyla da, sözgelimi Alman Romantiklerine göre, kültür, eğitim ya da başka yollarla bireylerin kendilerini geliştirmesi, kültürlü olmaları haline karşılık gelebiyor. Kültürlü olmaktan söz ettiğimizde ise kültür sahip olunabilir bir şey halini alıp ayrımcı bir bakışı (kültürlüler ve kültürsüzler) içerirken, beğenileri yüksek olmak gibi yönleriyle de, sanat ya da kültürün yüksek ve sakil yanları arasında bir karşıtlığa yol açıyor. Öte yandan kültür sözcüğü Latince kökünde (colo,-ere) taşıdığı “yetiştirmek” anlamıyla, bir nevi oluşturma, yetiştirme gibi eğitici ve üretici işlevlerle bağlantılı. Dolayısıyla uluslar, toplumlar ya da insanlar birçok kez kültürün üretimine katılmalarının yanında, toplumsal hayatta da bir bütünleyici ya da tamamlayıcı işlev görüyor.

Gazete: İletişim ve kültürün sacayaklarından, Venedik’te çıkmış haliyle, az bir paraya (gazza ya da gazeta) karşılık gelmesinden ötürü adlandırıldığı söylenen basılı iletişim ve kültür(lenme) aracı. Ancak İtalyanca’da saksağanlara da gazza dendiğini anımsarsak, kuşlar gibi oradan oraya haber taşıyan, bir nevi dedikodu yapma aracı. Bu araçsallığı ile de, yine toplumsalın içinde varolan, ondan beslenen, yine bir ortaklık, ilişki ve bağlantıyı imleyen bir araç. İtalyanlar belki de haberi saksağandan alıyor olabilirler, ancak biz kargalardan ya da bir de leyleklerden almayı severiz.

Sinema: görüntünün hareket etmesi, yürümesi; anlatı, yapıntı ya da kurmacanın zamanın sürecinden geçerek yok mekanlara yayılması; ve gerçek bir dünyanın araçsallaşarak dolaylı bir iletişime dönüşmesi. Belki de Hitchcock’un dayattığı haliyle içi doldurulmuş hayvanların, kargaların ya da bir nevi deniz kargası olan martıların tehdidinde, tahakkümünde yaşanan bir gerçeklik yanılsaması. Biraz da, başka hayatların gerçekliğine üç beş kuruş (gazza) karşılığında nüfuz edip hareketli imgelerin dünyasında yürüyüp gitmek. Belki de işte hareketin doğasında olan yürümek eylemi, aynı Mehmet Sağnak’ın yaptığı bu değerli çalışmanın sayfaları arasında yürürken deneyimleyeceğiniz gibi: gazza yürüyüşü!

İletişim ve Kültür dizisi de böyle yürümek isteyen, yani “yörük” olup sürekli bir yürüme halini terkisinde taşıyan bir dizi. İletişimin farklı alanlarından çıkıp kültürün değişik yönlerine bir göçebe gibi gezinmek amacımız. Sürekli yolda olmak, her yeni adımda yeni bir şeylerle karşılaşmak, onlara dokunmak, onlarla ilişki ya da bağlantı kurmak. Ayrıca bu yolda bize katılmak isteyen bütün iletişim ve kültür alanındaki araştırmacılarla da birlikte yürümeye başlamak. Bize bu yolda yardımcı olanlar da var elbette: TB Yayıncılık Genel Yayın Yönetmeni Alp Ejder Kantoğlu, Kilowatt ailesinden İlhan Kantoğlu ve Olgar Ataseven, Bahçeşehir Üniversitesi’nden Mütevelli Heyet Başkanımız Enver Yücel, rektörümüz Yılmaz Esmer ve İletişim Fakültesi Dekanımız Haluk Gürgen ve bu dizide yayınlanacak kitaplardan emeklerini esirgemeyeceğine inandığımız editörümüz Eyüp Çoraklı ve redaktörümüz Deniz Arslan. Onlara teşekkürlerimizi sunarak yolumuza devam edelim istiyoruz çünkü yürümek, yörüklerin işi olduğu gibi bizim de işimiz biraz – imgelerin, kavramların ve akademik çalışmaların içinde yürümek; onların karmaşıklığını, zorluğunu ve bir o kadar da kendilenliğini terkimize alarak “yörümek.”

* Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi - İletişim ve Kültür Dizisi Editörü

AMCA SİZE GAZETECİ DİYEBİLİR MİYİM? Türk Sinemasında Gazeteci Figürü

Sinemaya farklı bir bakış: Türk filmlerinde gazeteci figürü. Yönetmen ve senaristlerin gazetecileri nasıl algıladıkları ve yansıttıkları üzerine bir araştırma; Amca Size Gazeteci Diyebilir miyim? Bu kitapta, başlangıcından günümüze iyi ya da kötü örnekleriyle, zaman zaman kamuoyunun sesi olmuş Türk sinemasının, muhabirinden foto muhabirine, kameramanından televizyon sunucusuna, şef ve yöneticilerinden patronlara varan bir çerçevede, nasıl baktığını, nasıl bir gazeteci figürü çizdiği, yüzlerce uzun metrajlı film taranarak ve seyredilerek ortaya konuluyor. Gazeteci-akademisyen Mehmet Sağnak’ın bu kitabında Türk sinemasına oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı, eser sahibi hatta besteci olarak emek vermiş gazetecilerin bu çalışmalarının yanısıra, filmlerde; daktilodan bilgisayara, not defterinden teybe, PTT kulübesinden cep telefonuna Babıâli’nin geçirdiği teknolojik evrenin yansıması da izleniyor. Sinemaya kucak açmış, gazete ve televizyon kuruluşları, katkıda bulunan gazetecilerin de aktarıldığı kitapta, gazeteci-sinema ilişkisi gazeteci ve yönetmenlerin ağzından aktarılıyor. Filmlerden fotoğraf karelerinin de yer aldığı 440 sayfalık kitap, TB Yayıncılık’tan çıktı. Babıâli’yi bir de beyaz perdeden görmek isteyenler için önemli bir kaynak.

Mehmet Sağnak

Kadıköy Maarif Koleji’nden mezun olan Sağnak, 1978’de Bursa Üniversitesi İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi Siyaset Bölümü’nde yüksek öğrenimini tamamladı. Aynı yıl Türk Haberler Ajansı’nda gazeteciliğe başladı. Milliyet, Güneş, Sabah, Günaydın ve Yeni Günaydın gazeteleri, Dünya Oto, Tempo, Nokta ve Yön dergileri, ATV (A Takımı), Kanal E, Kanal 6 ve CNN Türk televizyonlarında muhabir, istihbarat şefi, editör, haber müdürü, yazıişleri müdürü, genel yayın müdürü gibi sıfatlarla görev üstlendi. BBC, İsveç ve Hollanda radyolarının Türkçe bölümlerine muhabirlik yaptı. Milliyet’in düzenlediği gazetecilik yarışmasında iki kez ödül kazandı. Bizim Gazete’de “Dinozor” başlığı altında haftalık yazılar yazmaktadır. Sürekli basın kartı sahibi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesidir. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 1996 yılında doktora derecesi aldı. İ.Ü. İletişim Fakültesi’nde lisans ve lisansüstü dersler verdi. Bilgisayar (ortak eser) ve Medyapolitik adlı iki kitabı yayınlandı. 2007-2008 döneminde Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde Yrd. Doç. Dr. olarak çalışmaya başladı. Amca Size Gazeteci Diyebilir miyim? adlı son kitabı ile ilgili gelişme ve tartışmaları sineteci.blogspot.com adresinde bulabileceksiniz.



İletişim:
mehmet.sagnak@bahcesehir.edu.tr
sineteci.blogspot.com
alp.kantoglu@kilowatturkey.com
tbyayincilik@kilowatturkey.com

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Yasak Meyve: Cehennemden Çıkış

Bir Çevre Bilimciden Cehennemden Çıkış Kılavuzu


22 Mayıs 2010, Istanbul- “Yasak meyve yendiğinde, cennetten kovuluş vardır. Cennet gecmişte kalmıştır. İnsan, cenneti tarım ve teknolojiyle, gücün esareti altında kaybetmiştir. İnsanın vahşi doğanın parçası olduğu toplumlar artık müzeliktir. Bugün insan, cenneti cehennemleştirmektedir” diye başlıyor
Yasak Meyve: Cehennemden Çıkış.

Greenpeace Akdeniz’in Genel Direktörü Dr. Uygar Özesmi, kitabında başlangıçtan günümüze, insanın yeryüzü ve gökyüzüyle bitmek bilmeyen ihtiras dolu kavgasına yer veriyor. Özesmi, doğayla bağlarını koparmış, gezegeni cehenneme dönüştürmüş insanlara nasıl bir gelecek çizmesi gerektiği konusunda yol gösteriyor. Bu anlamda Yasak Meyve: Cehennemden Çıkış, doğayla insanın kurduğu ilişki hakkında yeni bir ideoloji sunuyor. Kitap, doğa ve yeryüzüyle barışçıl bir ilişki kurmayan hiçbir ideolojinin işe yaramadığı gerçeğinden yola çıkarak, geleceğin ideolojilerinin doğayla kurulan uyumlu ilişkiden doğacağını söylüyor.

Dr. Uygar Özesmi Yasak Meyve: Cehennemden Çıkış’ı yazma amacını, “Sınırı aştığımız, insanlık onurunun tehlikede olduğu bu günlerde tek kurtuluş umudumuz, insanların içten gelen bir saygıyla onurlu bir gelecek için kaygı duyması, sorumluluk alması, harekete geçmesi ve liderlik etmesi. Bu kitap toplumun doğayla barışması için harekete geçmesini sağlarsa ne mutlu bana” şeklinde özetliyor.

Kitabı interaktif bir iletişim aracı olarak gören Özesmi, yeni bir çevre tartışması başlatıyor. Kitapla ilgili yorum yapmak ve tartışmak için, http://www.facebook.com/uygar.ozesmi.fans ve
http://uygarozesmi.blogspot.com adreslerini ziyaret edebilirsiniz.

Kitap bedelinin yüzde 10’u, Greenpeace’e doğayı koruma çalışmaları için aktarılacaktır.

TB Yayıncılık tarafından yayınlanan Yasak Meyve:Cehennemden Çıkış, NTV Doğuş Yayıncılık Grubu tarafından kitapevlerine dağıtılıyor ve ayrıca Greenpeace Online Mağazası http://www.basmatik.com/greenpeace adresinde satışa sunuluyor.


İletişim için: Dr. Uygar Özesmi – +90 533 655 3689 – uygar.ozesmi@greenpeace.org
Deniz Sözüdoğru - +90 532 324 32 04 - deniz.sozudoru@greenpeace.org
Alp Ejder Kantoğlu - +90 533 5113945 – tbyayincilik@kilowatturkey.com

Yazarın Biyografisi
Dr. Uygar Özesmi
Doğa koruma çalışmalarına çocuk yaşta Sultansazlığı’nda bilimsel araştırmalarla başlayan Dr. Özesmi, çeşitli TÜBİTAK ödülleri aldıktan sonra 19 yaşında Çevreden Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Kahveci'nin danışmanlığını yaptı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden mezun oldu ve Fulbright Burslusu olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde Ohio State Üniversitesi’nde Çevre Bilimleri alanında master, daha sonra ünlü MacArthur Burslusu olarak Minnesota Universitesi'nde Koruma Biyolojisi, Kalkınma ve Sosyal Değişim konularında doktora yaptı ve aynı üniversitede dersler verdi. Erciyes Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü’nü kurmak üzere 2000 yılında yurda döndü. Öğretim üyesi olarak çalışırken Küresel Çevre Fonları Küçük Destek Programı’nın Yönlendirme Komitesi’nde görev aldı, Biyolojik Çeşitlilik Sivil Toplum Kapasite Geliştirme Planı’nı, Doğa Derneği’nin kurucu başkanlığını yaptı. Türkiye’de ilk olarak Karadeniz STK'ları ve yönetim kurulu üyeliği yaptığı TÜRÇEK ile KarDoğa-Karadeniz Doğa Koruma Federasyonu'nun kuruluşunu sağladı. Sivil Toplum Geliştirme Merkezi'nin de kurucu üyeleri arasında olup, daha sonra yönetim kurulu üyeliği yaptı. 2004 yılında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nda görev almak üzere New York'a gitti. 2006’da TEMA Vakfı Genel Müdürü olarak Istanbul’a geldi. Mart 2008’den beri GREENPEACE Akdeniz Genel Direktörü görevini yürüten Dr. Özesmi’nin 90’dan fazla bilimsel yayını vardır.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Merhaba / Ayşe Kilimci | KadınMedya.com | Kadının Sesi

Merhaba... Bu kelimeden güzeli var mı?
Dünyanın bütün dillerindeki en güzel kelime.

Merhaba karşındakine gönlünü sunmak. El uzatmak. Seni kendi canım gibi aziz bildim diyerek muhabbete yahut güzel bir suskunluğa çağırmak.

Tınısı bile güzel. İnsanı tıpışlar, ninni gibi, bir şarkının ilk notaları gibi.
Bir de merhabayı esirgemek var, hafazanallah, beter bir iş o. Kimseye kısmet olmasın, kimse merhabadan hasislik edecek kerte küçülmesin.

İzmir kitap fuarında bir kitaba rastgeldim, Sina Kabaağaç’ın, ‘Dün sanki bin yıllık uzak bir zamandır…” adlı, anılarına. (TB yayını, 2009 Haziran basımı, 432 S.) E.Özbayoğlu, E.Büyüklimanlı., M.Özyıldırım, E.Öyken,N.Akçay’ın ortak çabası sonucu, bir bavul dolusu el yazmasından, özveriyle ortaya çıkartılmış bir dönem kitabı.

Bazı kitaplar hiç bitmesin istersiniz, yudum yudum içersiniz, döne döne okur, doyamazsınız. Ama biter, bütün güzel şeyler gibi. (Altın kitapların çıkardığı "Kanatsız Kuşlar"ı okurken de bu duyguya kapılmıştım, ah bitmese…)

Kitap yayımcının notuyla başlıyor, Alp Ejder Kantoğlu büyük bir hocayı daha iyi tanımaya doğru atılan bu adımda Özbayoğlu, Dürüşken ve Demiriş’e, kitabı yayına hazırlayanlara koca bir teşekkür sunuyor, Çoraklı’ya da, kitabın sahici bir kitap olmasını sağladığı için. Elbet yaşadığı ilginç, kıran kırana bir ömrü yazıp paylaştığı için en büyük teşekkürü Sina Kabaağaçlı’ya ediyor.

Bu kitabı okurken siteye çağrı aldım sevgili Kübra’dan.

Hiç düşünmeden tamam dedim.

Bu ilk yazı da işte anı kitaptan yola çıkarak, Halikarnas Balıkçısının, sesi kulağımda hala yankılanan, İzmir radyosunda her hafta çektiği gümbür gümbür 'merhaba'sına öykünmeye yazıldı.

Bilen bilir, bilmeyenler öğrensin, Cevad Şakir Kabaağaçlı, ünü ülkeyi tutmuş, kendisiyle cengi hiç bitmeyen, trajedilerden mahpuslara, Oxford’lardan sandallara, Şakirpaşazadelikten sadegilliğe savrulmuş bir yüce zat. Yazarın babası.

Yazan birinin yakını olmak güç iştir. Ki, bu tema kitap boyunca sürekli işlenir. (Bende’niz ve hane halkı da iyi bilir, bunun ne menem bir iş olduğunu)

Önsöz, Öğrencisinin Gözünden, Yazarın Erendiz Hanıma Mektubu, Anılar, Sonsöz ile süren kitap fotografilerle sonlanıyor.

1924-1997… Ol şarkı bu kadarcık, kısacık, ama, binbir makamı barındırıyor içinde.
Osmanlı dağılmaktadır, dört bucaktan çekilmektedir, babanın ömrü bu cengin içinde geçer, genç cumhuriyet filizlenir ardından, oğulun kısmetine (babasıyla birlikte) cumhuriyetin kuruluş yılları düşer. O kıtlık kıran ve büyük hesap günlerinde herkes dişinden tırnağından arttırdığını ortaya koyar, kurulmakta olana destekçi çıkar, gücüyle, umuduyla, elleri ve hayalleriyle.

Yazarlar tarihi tarihçilerden daha mı iyi yazıyor ne?

Anı yazanlar, roman yazanlar… Rakamlardan, savsözlerden, orduları siyasetçileri insanları kısım kısım, bölük bölük, numaralayıp bazen yargılayıp hüküm şerhi koyarak anlatmaktan daha kıvamlı, daha doğru ve güzel anlatıyor böyleleri, hele dönem şıngırdaklı ve büyük dönemeçlerin başdöndüren günleriyse…

Hem Kanatsız Kuşlar hem Kabaağaçlı’nın anı kitabı Dün sanki bin yıllık uzak bir zamandır, bu düşüncemi pekiştirdi.

İlkinde kurtuluş savaşı o savaşı verenlerin torunlarını imrendirecek güzellik ve yetkinlikte anlatılır, ötekinde bu savaş ve ardı sıra gelen cumhuriyet dönemi, dönem üstüne yazılan çok şeyi tamamlayıcı şekilde.

Yaşanan uçar, yazıdır kalan.

Balıkçının sesi o dönemin lambalı, yeni çıkan pilli radyolarını zangırdatırdı, öyle gönülden, gümbür gümbür bir merhabaaa çekerdi, demeyin gitsin. Merhabanın gümbürtüsünü, tadını onunla bildik ve onunki gibisine hiç rastlamadık.

İnsan her çocukta her yeni iş ve kitapta, sevdada dünyaya yeniden, binbir kere merhaba diyor.

Sina Kabaağaç, balıkçının ilk oğlu, balıkçı onunla geleceğe merhaba derken, oğul büyük bir kavgaya , farklı bir soya merhaba diyor, diyetini peşin peşin ödeyerek.

Halikarnas balıkçısı merhabaaa dediği zaman, radyo zangırdardı, yürekler hoplardı.

Onun görkemine ulaşmak ne demek, kıyısına soluklanmak için belki; yalın, ama, bakın sonradan neler gelecek dercesine usul, sessiz gibi gelse de size, benim kalbimin tokmağının çıkardığı gümgüme bakılırsa hayli gürültülü bir merhaba , hepinize…

Bu içerik KadınMedya.com' dan alıntılanmıştır. Orjinal içeriği görmek için bağlantıyı tıklayın...: Merhaba / Ayşe Kilimci | KadınMedya.com | Kadının Sesi
Under Creative Commons License: Attribution

20 Nisan 2010 Salı

Deniz Yoluyla Boğaz - Per Bosporum Navigatio

Latince, Eski Yunanca ve Türkçe metinleri dünyada ilk defa birlikte yayınlanan Dionysisos Byzantios’un ünlü eseri Per Bosporum Navigatio – Deniz Yoluyla Boğaz, MS 190’lı yıllarda gerçekleştirilmiş bir Boğaziçi seyahatnamesidir.

Anaplous Bosporou (Deniz Yoluyla Boğaz) başlıklı eserini Türkçe çevirisiyle birlikte sunduğumuz Dionysios Byzantios ya da Byzantion’lu Dionysios, eskiçağı konu alan iki kaynakta anılır.

Deniz Yoluyla Boğaz metni önce Latince çevirisiyle Pierre Gilles’in (Lat. Petrus Gyllius) 1561’deki ölümünün ardından yayımlanan De Bosporo Thracio (İstanbul Boğazı) ve De Antiquitatibus Constantinopoleos (İstanbul’un Tarihi Eserleri) başlıklı iki eserinde yer almış, Gilles’in yararlandığı Yunanca elyazması yitirildiğinden 19. yüzyıl ortasına kadar bu metinle tanınmıştır.

İstanbul ve Boğaziçi hakkında Latince, Eski Yunanca, İtalyanca ve İngilizce’den yaptığı çeviriler ve telif eserleriyle tanınan Prof. Dr. Erendiz Özbayoğlu’nun Eski Yunanca ve Latince’den karşılaştırmalı olarak yaptığı titiz çeviriyle bu önemli eseri TB Yayıncılık olarak Türkçe’ye kazandırdığımız için gururluyuz.

***

Prof. Dr. Erendiz Özbayoğlu: Floransa Üniversitesi Edebiyat ve Felsefe Fakültesi, Klasik Filoloji Bölümü’nden 1968 yılında mezun oldu. Doçent oluşu 1984, Profesörlüğü ise 1989 yılına rastlar. İstanbul Üniversitesi’nden 2002 yılında emekli olmuştur. Roma yazını alanında Horatius, Lucretius, Cicero, Phaedrus gibi yazarlara ilişkin incelemeleri; İmparator Theodosius’un 435 yılına ait buyruğuyla kurulan ilk üniversite; “quadriga” yarışçısı Porphyrios (İstanbul Hipodromu), Adalar, Mitoloji, Boğaziçi vb. konulu bildiri ve makaleleri vardır. Prokopios, P. Gilles ve benzeri yazarlar ile Hitit Yasaları gibi yayınların İtalyanca ve Latince’den çevirilerini gerçekleştirmiştir.

The Phantom - Ölümsüz Ruh

ORMANDA DERLER Kİ: “FANTOM ON KAPLAN GÜCÜNDEDİR”

YILLARCA ÜLKEMİZDE KIZILMASKE ADIYLA YAYINLANMIŞ THE PHANTOM-ÖLÜMSÜZ RUH, ŞİMDİ EN YENİ MACERALARI İLE TEKRAR TÜRKÇEDE.

AFRİKA’NIN BENGALİ ORMANLARINDAKİ KURUKAFA MAĞARASINDA YAŞAYAN, KÖTÜLERİN EZELİ DÜŞMANI İYİLERİN EBEDİ DOSTU FANTOM. MUHTEŞEM ATI KAHRAMAN, EVCİL KURDU ŞEYTAN, ZEHİRLİ OKLARIYLA MEŞHUR DOSTLARI PİGMELER, HEPSİ YİNE ARAMIZDA.

HER BİRİ TAM MACERA OLARAK YAYINLANACAK BU ÖZEL SERİ’NİN İLK SAYISINDA BENGALİ ELMASLARININ PEŞİNDEKİ ÇOK TEHLİKELİ BİR TERORİSTİN PEŞİNE DÜŞÜYOR FANTOM. ÜSTELİK BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TEMSİLCİSİ KARISI DIANA WALKER’A DÜZENLENEN SUİKASTIN HEMEN ARDINDAN…

LEE FALK’IN YARATTIĞI FANTOM, KIZILMASKE ADIYLA 70 VE 80 Lİ YILLARDA ÜLKEMİZDE ÇOK MEŞHUR OLMUŞTU. DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE DEFALARCA FİLME DE ÇEKİLEN FANTOM-ÖLÜMSÜZ RUH 2000’Lİ YILLARDA GEÇEN HARİKULADE MACERALARI İLE YILLAR SONRA TÜRK OKUYUCUSUNUN KARŞISINA TB YAYINCILIK FARKI İLE ÇIKIYOR.

ORİJİNAL RENKLERİNDE, KUŞE KAĞIDA BASKILI, HER SAYI TAM MACERA ÖZEL SERİ.

***

'The Phantom' (Türkçede Kızılmaske adıyla tanındı) ilk olarak 17 Şubat 1936'da bant-macera olarak Lee Falk tarafından yaratılmıştı. Çizgi roman dünyasının ilk kostümlü kahramanı olmamakla beraber süper kahramanların alameti farikası haline gelen “vücutlarının şekline tam uyan bir kostümü” ilk defa giyen kahramandır. Ve yine çizgi roman dünyasının maskeli ilk kahramanı da Fantom’dur. Fantom’un önemli özelliklerinden birisi de insan-üstü güçlere sahip olmamasıdır. O, insani özelliklerini en son limite kadar geliştirmiş ve çeşitli söylencelerle karizması desteklenen gerçek bir insan kahramandır.
Lee Falk 28 Nisan 1911'de St. Louis-Missouri, ABD'de doğmuş ve 13 Mart 1999'da New York'ta ölmüştür. Falk aynı zamanda Mandrake'nin de yaratıcısıdır.
The Phantom ilk olarak siyah-beyaz olarak basılmıştır. Ama bazı ülkelerde baskı renklendirilmiştir. Türkiye’de yıllarca siyah beyaz olarak yayınlanmış olan The Phantom (Kızılmaske) aslında mor renkli bir kostüm giymektedir.
Efsanenin başlangıcı
400 yıl önce gemisi korsanların saldırısına uğrayan genç Christopher Walker, Bengali sahillerinin ıssız bir köşesinde karaya çıkmayı başarır. Onu Bengali’nin yerlileri pigmeler bulur ve iyileştirir. Genç adam, babasının katilinin kafatası üstüne yemin eder: Bütün hayatımı korsanlık, haksızlık ve zalimlikle savaşmaya adıyorum. Oğullarım da benim yolumdan gidecek...

Maceralarını okuduğumuz Fantom Tüm denizciler ve yerliler Kızılmaske'yi ölümsüz sanmakta ve hatta ondan 'Ölümsüz Ruh' diye bahsetmektedirler. Adı ormanda bir efsanedir ve bu efsaneyle ilgili olarak
Sadece ormanda Fantom diye seslenin. O sizi bulur!
Fantom on kaplan gücündedir...
Fantom herkesle anladığı dilden konuşur...
Fantom’a asla silah doğrultmayın…
rivayetleri hemen hemen her macerada karşımıza çıkar.
Fantom Bengali Ormanı'nın derinliklerinde yaşamaktadır. Asıl adı Kit Walker'dır. Pigmeler dışında kimsenin yerini bilmediği Kafatası Mağarası'nda yaşayan Fantom, rüzgâr gibi koşan atı Kahraman ve sadık kurdu Şeytan ile kimsenin karşı koyamadığı yenilmez bir üçlü oluşturmuştur. Çok hızlı hareket etme, bir anda ortaya çıkıp bir anda ortadan kaybolabilme, çok iyi dövüşme, şimşekten hızlı silah çekme gibi özelliklerin yanı sıra yüzünü görenin hayatta kalamayacağı ve ölümsüz olduğu gibi efsanevi inançlarla da ormanın koruyucusu olarak nam salmıştır.
İki elinin orta parmaklarına takılı iki yüzüğü vardır. Kötülere attığı yumruklar asla çıkmayan bir kurukafa işareti, iyilere ve dostlarına koruyucu bir simge vazifesi gören özel bir işaret bırakır . Fantom bir bölgeye bu iyilik işaretini bırakmışsa, o bölge koruması altında demektir.
Fantom’un yaşadığı orman Bengali’dedir ve başkenti Mowitan’dır. Fantom dinlenmek için bütün hayvanların barış ve huzur içinde yaşamakta olduğu Eden adasına gider. Zaman zaman diğer insanlar gibi giyinip şehre iner, evlendikten sonra hem Kurukafa Mağarası’nda hem de orman kabilelerinin ailesi için yaptığı muhteşem bir ağaç evde yaşar. Fantom’un isminin sürekli duyulduğu Fısıldayan Koruluk, yüzünün şeklindeki Fantom Kayalığı gibi yerler de maceralarda sık sık karşımıza çıkan ögelerden sadece bir kaçıdır.
BM görevlisi Diana Palmer ile evlidir ve ikiz çocukları vardır.
Maceralarında yer alan belli başlı karakterler
Başkan Luaga: Bengali devlet başkanı
Başkan Goranda: Komşu ülke Ivory-Lana'nın devlet başkanı
Diana Palmer: Fantom’un eşi
Bayan Tagama: Tomm ve Reks'in öğretmenidir
Tomm ve Reks: Fantom’un yetiştirdiği gençler
The Phantom’un (Kızılmaske) Türkiye'deki yayın hayatı [değiştir]
Fantom Türk okuruyla 1939 yılında tanıştı. Çocuk Sesi ve Afacan dergilerinin birleşmesinden oluşan yeni dergide yayımlanmaya başlanan Fantom’a verilmiş olan ad Dev Adamdı. 1940'ların başlarından itibaren 1001 Roman Dergisi'nde de yayımlandı; bu maceraların dördü (ABD'deki orijinal yayın tarihleri: 1938-1940'lar) daha sonra 1965'te, Bilge Şakraks'ın çıkarttığı Red Kit dergisinde dolgu malzemesi olarak kullanıldı. Ayrıca eski 1001 Roman'ın yayıncısı olan Tahsin Demiray'ın 1952-53 yılları arasında yayımladığı (her dört sayfasından ikisi renkli olarak basılan) Haftalık Albümlerde Maskeli Süvari ve Mandrake'nin yanı sıra zaman zaman Fantom’un (Kızılmaske) da maceraları yer aldı.
The Phantom’un (Kızılmaske) bağımsız bir dergi olarak okuyucuya sunulduğu ilk tarih 1968'dir.
Tay Yayınları'nın 13 Ağustos 1973'te yayınlamaya başladığı seri, Türk çizgi roman okuruna The Phantom’u (Kızılmaske) yaygın olarak tanıtıp sevdirecek seri oldu. Bu seri, 1970'ler ve 1980'ler boyunca devam etti.
Şimdi TB Yayıncılık olarak The Phantom-Ölümsüz Ruh’u orijinal renkleri ve yepyeni maceralarıyla tekrar Türk okuyucusuna sunmaktan mutluluk duyuyoruz. Fantom yine Bengali’de yine ormanın koruyucusu. Ancak şimdi düşmanlar daha farklı. Günümüz dünyasında adlarını çok sık duyduğumuz örgütlere karşı savaşıyor 21. Fantom. Artık çok daha sert çok daha güçlü. Dostlarının canlarını yakanlara karşı onların anlayacağı dilden konuşmayı tercih ediyor.
Özel Seri olarak yayınlamaya başladığımız The Phantom’u seveceğinizi umuyoruz…

Künye
TB Yayıncılık 2010
Editör: Beyhan Şerifoğlu
Redaksiyon ve son okuma: Nihan Bilgi
Tercüme: Alp Ejder Kantoğlu
Kapak Tasarımı ve uygulama: Esra Kara
Genel Yayın Yönetmeni: Alp Ejder Kantoğlu

21 Ağustos 2009 Cuma

Sabah Gazetesi Kültür-Sanat Sayfası içinde 19 Ağustos 2009 tarihinde Dün Sanki Bin Yıllık Uzak Bir Zamandır kitabımızla ilgili olarak yayınlanan yazı

Çocuğu sütten kes!

19 Ağustos 2009

Sina Kabaağaç, babası Cevat Şakir'in bilinmeyen yönlerini Dün, Sanki Bin Yıllık Uzak Bir Zamandır'da anlatıyor. Halikarnas Balıkçısı, mahkemede yargılanırken bile çocuğunun sütten kesilmesi gereken zamanı hatırlayan biriymiş.

"... çünkü ressam elini babanın kanına bulamıştın ve bu kan bütün inadına, bütün yeteneğine ve isteğine karşın ancak birkaç uyduruk resim yapmana izin veriyordu." Cevat Şakir Kabaağaçlı ya da yazarlık adıyla Halikarnas Balıkçısı'nın oğlu Sina Kabaağaç'ın anılarında, Balıkçı'nın geçmişindeki karanlık ve efsaneye bulanmış olay (baba katilliği) hakkında sadece bu cümleyi bulabiliyoruz. Rahmetli Sina Kabaağaç'ın anılarının çıktığını duyduğumda üç şey bulmayı ummuştum orada, kötü bir okur olarak: Cinayetle ilgili daha ayrıntılı ve daha 'içeriden' bilgi; Sina'nın Büyükada ve İstanbul Üniversitesi yıllarından yakın dostu, son dönemde de bir süre ev arkadaşı olan Selahattin Hilav'a dair kayıtlar ve 1940'ların sonundan itibaren S. Eyüboğlu ve Azra Erhat gibi şahsiyetlerin katılımıyla Balıkçı'nın çevresinde oluşan Mavi Anadolu grubuyla ilgili gözlemler (beni daha çok Mavi Yolculuk kısmı çekiyordu). Birincisiyle ilgili (en dolaysızı yukarıya aldığım cümle olan) birkaç değinme vardı sadece; ikincisi ve üçüncüsüyse hiç yoktu. Ama kitap daha güzel başka ödüllerle telafi etti bu eksikliği. Cevat Şakir'in bir yazı nedeniyle Ankara İstiklal Mahkemesi'nce 1925'te sürgün edildiği ve Sina'nın da çocukluğunun büyük kısmını geçirdiği eski Bodrum'a dair gözlemler (bu herkesi ilgilendirmeyebilir, ilgilenenlerse Kabaağaç'ın anılarını babasının Mavi Sürgün'üyle birlikte okumalı). İkincisi ve daha önemlisi, Cevat Şakir'in Halikarnas Balkıçısı olmadan önceki haliyle, Balıkçı'nın 'mit-öncesiyle' ilgili kayıtlar. Üçüncüsü ve belki en önemlisi, güçlü bir babanın gölgesi altında geçen sıkıntılı bir çocukluğun içinden Sina'nın kendi bireyleşmesinin hikâyesi. Sınır tanımaz ve hedefine mıhlanmış bir istek olarak anlatıyor babasını Kabaağaçlı. Balıkçı kendisinden 15 yaş küçük dayı kızıyla ikinci evliliğini yaptığında 34 yaşındadır, ardında Oxford'da klasik diller öğrenimi, bir cinayet ve bir mahkûmiyet vardır. Babası kumandan Şakir Paşa, amcası da Osmanlı devletinin son sadrazamlarındandır. Annesinin daha mütevazı ailesiyse Girit göçmeni. Sina'nın iki halası Fahrünnisa Zeid ve Aliye Berger henüz ne ressamdırlar, ne de ünlü. Ama anlaşılan, cinayetten sonra ağabeyleriyle görüşmeyi reddetmişlerdir: Kitapta onlara dair de pek kayıt yok, Sina'nın anne tarafını küçümsedikleri dışında. Sina doğduğunda Cevat Şakir, Sertel çiftinin Resimli Ay dergisine yazı ve resim vererek geçindirmektedir ailesini. İstiklal Mahkemesi'nce Zekeriya Sertel'le birlikte kalebentliğe mahkûm edilirler, o Bodrum'a, Sertel Sinop'a (tabii eskisi gibi kalede değil, polis gözetiminde kiralık evlerde kalacaklardır). Karar çıktığında Sina'nın annesi, eskiden onları yalnız bırakmayan Sedat Simavi gibi dostların birer birer uzaklaştığını görür. Hamdiye Hanım korku içindedir, mahkemeden idam kararı bile çıkabilicektir. Henüz karar çıkmamışken Cevat Şakir'den karısına üç kelimelik bir telgraf gelir: "Çocuğu sütten kes." Genç kadın şaşırır, tarih doktorun verdiği programa uymaktadır, demek kocası o telaş içinde yine de unutmamıştır! Bu odaklanmayı Sina'dan okuyalım: "Adamın yapısı, hangi durumda olursa olsun, dinmez dinlemez bir coşku ve tutkuyla arzuladığı şeyi derhal gerçekleştirmekti... Hiçbir ödün vermeyerek, ne pahasına olursa olsun." Hükümden sonra bir telgraf daha gelir, Bodrum'dan ve yine üç kelimelik: "Sat, hemen gel." Hamdiye: "Aman yarabbi! Telgraf çekeceğine parasını gönderseydi, bizim yol paramız çıkardı!" Sina'nın yorumu: "Bizi özleyişle başlayan süreçte, bence artık özleyişi bile gölgede kalmıştı." Giderler, Hamdiye Bodrum'da başöğretmen olur ve birkaç yıl sonra da aile parçalanır. Sina'nın annesi bir süreliğine Milas'a gitmiştir, oradayken kocasının Bodrumlu bir başka kadınla evlendiğini öğrenir. Ama onu asıl yıkan Cevat Şakir'in çıkardığı dedikodudur: "Zaten beni aldatıyordu..." Hamdiye Hanım bir başka öğretmenle evlenir ve Sina'yı da alarak İstanbul'a döner. Sina zamanla üvey anne ve kardeşlerini sevecek, sık sık Bodrum'a dönecektir. Cinayetle ilgili ikinci bir değinmeyle bu bahiste karşılaşıyoruz: "... Agnese'yle ilgili çıkarttığı ya da hafifini söyleyelim çıkmasına izin verdiği söylentinin İtalyan kadınını çileden çıkardığı anlaşılıyor." Demek Cevat Şakir ilk eşiyle ilgili de böyle bir temelsiz iddiada bulunmuş ve bu da baba katilliğinin gerekçesi olmuştur. Sonra Sina'nın Bodrum'da babasıyla karşılaşmaktan utandığı bir dönem var, Cevat Şakir'in 'meczupluk' dönemi (anılarda, 'kynik felsefe' dönemi olarak geçiyor, Cevat Şakir'in Diyojen'e ve Neyzen Tevfik'e özendiği bu yıllar). Babası yalın ayak Bodrum sokaklarında gübre toplamaktadır. Sonra onun hızlı çöküşüne tanık olur: "Bireyciliğinin yabanıl, dizgin tanımaz atı, hız delisi küheylan, ölmekteydi ruhunda." Bu ruhsal ölümden sonra gelecektir Cevat Şakir'in Halikarnas Balıkçısı olarak ikinci doğumu. "Tam yedi yıl sonra İstanbul'da karşılaştık. Hep beklediğim, ama umudunu artık yitirdiğim büyük bir kıvançla, 'Baba, sen gençleşmişsin!' diye bağırdım." Balıkçı kendi mitini yaratırken, bu ikinci doğumu bir 20 yıl geriye, jandarma eşliğinde Bodrum'a gelip bir ev bulduğu günlere kaydırır. Mavi Sürgün'den: "Ben avluya girdim, sokak kapısını kapadım. Avludan denize açılan kapıyı açtım. Hey! Açılan kapı birdenbire gözlerime ve gönlüme açık denizleri, kıyı ve adaları verdi... Çocukluktan beri ilk defa çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak kapıya diz üstü düştüm... İçimde hayranlık! Gönül açıklığı! Şükran!... Diz üstü düşmek bir çeşit fırlamak, havalanmaktır. Babıali yokuşunun boyunduruğuna vurulmuş olan Cevat, boş bir kalıp olarak yerde yığılmış dururken, onun ortasında -içinde sanki bir milyar kuş sevinçle cıvıldaşarak- Halikarnas Balıkçısı irkilip, dikilmeğe koyuluyordu. Yerde bir kalıp kalıyordu. Onun içinden başka bir insan kalkıyordu." Edip Cansever'in de en güzel şiirinin (Bir Yitişten Sonra) kaynağıdır bu diriliş sahnesi. Ya Sina? O nasıl kavramıştır kendi varlığını ilk? Yine Bodrum'da, henüz çok küçükken: "Sanki kendimi dışarıdan seyrediyormuşum gibi anımsadım bu ilk anımı sonraları. Uzun bacaklı bir çocuk sandalyesinde oturuyordum. Küçük bir rıhtımdaydım. İskemlemde irkilerek put gibi kalakalmıştım yarı gerçek yarı düşsel o şeyin görüntüsü karşısında. Kulaklarımdaki uğultu dışında çık çıkmıyordu ortalıkta. Sessizlik, süt beyaza bir parça mavinin katılımıydı. Neden sonra sakin sakin sallanan suları gördüm. Cıva gibi oynak parlak yüzeylerinde (Bodrum'un) şiddetli öğle güneşi geniş geniş yansıyordu. Demek bu yansımalardı gözlerimdeki karanlığı ilkin yırtıp açan. (Bodrum'un) kendi halinde ve sakin öğleüstünde, bu aralıktan, böyle girdim dünyaya." Bunu okuyabilseydi, 'işte üçüncü doğumum!' der miydi Balıkçı acaba?